Hatıra’ya iner inmez dilime şu dizler takılmıştı:
“Sarmış ufuklarını
senin gene inatçı bir duman
Beyaz bir karanlık ki,
gittikçe artan”
Bembeyaz sisle kaplıydı tepenin etrafı. Bir hüzün perdesi
adeta… Âh kayboluverse, şu gamlı gönüllerimiz bir tutam huzur buluverse. Çok şey
mi istiyoruz Tanrım! Hikmetinden sual olunmaz.
Baktık kaybolacağı yok, zor zamanlar için ayırdığımız oyunu da
göstermenin zamanı gelmişti (dikkat vertigo tehlikesi). Gayet basit bir oyundu.
Kulak memesi çapraz şekilde tutarak dönülür ve 10 metre ilerideki hedefi ilk
alan kazanır. (Hedefi ıskalayıp yüz üstü çamura düşenler için sorumluluk kabul
etmiyoruz).
Nerdeyse iki tur oynamamıza rağmen sis bir türlü dağılmak
bilmiyordu. İşin romantizm boyutu kaçmaya başlamıştı artık. Neyse dedik ve tüm
oyunlarımızı tüketmeye yemin ettik. Bu zamana kadarki en kalabalık vampir
köylümüzü oynadık (Tam 7 tane vampir vardı). Bir bir vampir avına başlamıştık
ki karambole bir şekilde soytarıya astırarak oyuna erken veda etmiştik. Biz en
iyisi sinyal’den devam edelim dedik ve bu sefer kesinlikle hilesiz(!) bir
biçimde hakkımızla oynamaya başladık.
Ee bu oyun da bitmişti sırada ne var?? (Yoksa yasaklı oyun
mu?) Homurdanmalar yavaş yavaş başlayacak gibiyken aniden sis dağıldı ve
haşmetlimiz yüzünü göstermeye başladı. Derin bir oh çektik ve malzemeleri sırtlanıp
vakit kaybetmeden tepeye çıktık.
Her ne kadar oldukça vakit kaybetmiş olsak da herkesin uçuş
yaptığı bir gün olmuştu. Olumsuz hava koşulları sayesinde parawaiting
skillerimizi geliştirdiğimiz bir günün ardından geriye kalan sis yüzünden
nemlenmiş kanatlar (şu an odada açık bir vaziyette katlanmayı bekliyor),
çamurlu ayakkabılar ve dahi pantolonlar, yorgun ve uykulu gözler (hep seni
bekler), ve ilk uçuşunu yapmış şaşkın suratlar…